53 yıl sonra:
Faşist darbenin kadavraya döndürdüğü ülke
– Endonezya
Alper Toktimur
Endonezya’da 1965’de emperyalislerce tezgahlanan darbe ardından kuşku götürmez biçimde yakın tarihimizin en büyük katliamı gerçekleştirildi. Fakat ne yazık ki bu darbe üzerine pek az konuşuldu, pek az yazıldı.
Tüm dünyanın gözleri önünde CIA, İngiliz MI-6, Katolik ve Anglikan kiliseleri ve emperyalistlerin hizmetindeki gerici İslam örgütlerinin tam bir işbirliği içinde tezgahlanan, ABD gizli belgelerinin zaman aşımı nedeniyle kamuya açılmasına karşın hâlâ karanlık yanları olan bir darbeden bahsediyoruz.
1949’da bağımsızlığına kavuşan Endonezya Cumhuriyeti 1950 ortalarında Sovyetler Birliği ile ilişkisini sıkılaştırmış, 1954-55 yıllarında Alman Demokratik Cumhuriyeti, Polonya ve Çekoslovakya ile ticari anlaşmalar yapmıştı. 1950 sonlarına gelindiğinde giderek daha katı bir anti-emperyalist çizgi izlemekte, uluslararası tekellerin ülkedeki mal varlıkları sınırlanmakta, Devlet Başkanı Sukarno “Bağımsız Ülkeler Hareketi” içinde giderek Batılı ülkelerden uzaklaşmakta, ülke içinde komünistlere, dışarıda da Çin Halk Cumhuriyeti, SSCB ve diğer sosyalist ülkelere yaklaşmaktaydı. Hele 1964’de ABD ve Hollanda tekellerinin mülklerinin devletleştirilmesi ve bu uygulamanın daha da yaygınlaşacağının görülmesi bardağı taşmaya götüren son damlalar oldu. Sömürgecilik döneminden bu yana ülkenin yeraltı, yerüstü ve insan kaynaklarını hunharca yağmalamaya alışmış emperyalistler artık telaştadır. 1950 sonlarında ABD desteğindeki birkaç darbe girişimi başarısız kalmış, aksine ABD’ye karşı tepkiye neden olmuştu. Durum emperyalistler açısından öylesine umarsız görünmektedir ki, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda “vaktinden önce bir darbe” tartışması yapılmaktadır.
Belgelere de geçen 1965 yılındaki bu tartışma, aslında emperyalistlerin çoktan ülkeyi çökertmek için önlemlere girişmiş ve bunları belli bir olgunluğa ulaştırmış olduklarının göstergesiydi. Nitekim daha 1960 başından itibaren en başta ABD, Hollanda ve Avustralya’dan olmak üzere, Avrupa ülkelerinden gelen profesyonel Hristiyan kadrolar, Vahabi mezhebinin militanları ülkeye doluşturuldular. Endonezya’da Müslüman, Hindu, Protestan, Katolik, kısacası dinsel olan ne varsa tümü radikalleştirildi. Çin devriminden kaçarak ülkeye yerleşmiş olan büyük sermaye sahibi Çinliler de onlara katıldı. Adresi meçhul kasalardan akan paraların finansmanıyla mantar gibi örgütlenmeler türetildi. Bunlar darbenin toplumsal altyapısı hazırlamak üzere ağız birliği içinde yoğun bir faaliyete giriştiler.
İlk hedef tabii ki, komünistlerdi. Komünist Partisi (EKP) o yıllarda 3 milyona varan üye sayısıyla kapitalist dünyadaki en yığınsal komünist partisiydi. 1956’daki seçimlerden dördüncü büyük parti olarak çıkmış, hükümet ortağı olmuştu. Sendikalarda, yığın örgütlerde, aydınlar arasında etkindi; pek çok taraftarca destekleniyordu. Katı bir anti-emperyalist çizgi izliyor, bu politikasıyla Sukarno’yu ve hükümeti de etkiliyordu.
Yukarıda saydığımız emperyalizmin ajanları ve yerli gerici, işbirlikçi unsurlar dinsel farklılıklarını bir kenara koyarak dil birliği ettiler. Komünistlerin katlinin sevap olduğunu, “onların ölüsünün bir tavuk kadar bile kıymeti olmadığı”nı yaymaya başladılar. Karanlık odaklar birbiri ardına provokasyonlar tezgahlamaya başladı. Emperyalistler bir yanda ülkede hakim güç olan ordu içinde sağcı, aşırı dinci ve Batı yanlısı generalleri, yüksek rütbeli subayları desteklerken, öte yanda da, hafif silahlarla donatılmış paramiliter çeteler oluşturulmasına önayak oldular. Bunlara para ve silah sağladılar.
Emperyalizmin elinde başka hangi güç vardı? Tabii ki ekonomik güç. Ülkeyi ekonomik olarak bir çeşit abluka altına aldılar. Ekonomiyi tamamen çökertmek için önlemlere giriştiler. Her şeyin inanılmaz hızla yetiştiği tropik ülkede yaygın bir gıda maddeleri sıkıntısı yarattılar. Böylece bazı bölgelerde açlık baş gösterdi.
Böylesi bir ortamda, ordu içindeki, EKP taraftarı olduğu iddia edilen “30 Eylül Hareketi” adındaki bir komplo örgütünün darbe girişimi asıl büyük darbenin bahanesi oldu. General Suharto ve taraftarları hemen ertesi gün (1 Ekim 1965’de) harekete geçerek yönetime el koydular.
Ve tüm dünyanın gözleri önünde 1968’e dek süren büyük bir “soy kırımı” başladı.
Emperyalistlerin rüşvetiyle şahlanmış ordu ve tüm dinlerden beyni yıkanmış kadrolar tam bir şehvetle düşünebilme yeteneği olan hemen herkesi öldürmek için harekete geçtiler. Zincirlerinden boşanan gericiliğin psikopat militanları komünist parti üyelerini, komünistleri destekleyen işçileri, sendikacıları, aydınları, köylüleri aileleri ve akrabalarıyla birlikte (yaklaşık 1,5 milyonu aşkın insan) en vahşi yöntemlerle katlettiler. (Bu arada, bir yanda ABD Elçiliği ve CIA tarafından diğer yanda da Katolik kilisesinin casus papazları tarafından düzenlenerek darbecilere verilen listelerdeki isimler de son ferdine dek katledildi. İnsanın eli varmıyor yazmaya – Sol örgütlerden kadınların topluca ırzına geçtikten sonra, ya parçalayıp öldürdüler, ya da memelerini kesip “cadı”, “ateist manyak” olarak toplum dışına sürdüler. On binlerce insan haklarında bir iddianame olmaksızın, mahkemeye çıkarılmaksızın yıllar boyunca zindanlara tıkıldı. Şanslı olanlar ücra adalara sürgün edildi. 3 milyondan fazla insan, kimliğine vurulan “TAPOL” (politik suçlu) damgasıyla her türlü yurttaşlık haklarından mahrum edilerek ömür boyu açlık ve sefalete terk edildi.
Ve bütün bunlar tüm dünyanın gözleri önünde, Batılı emperyalistlerin heyecanlı alkışları arasında… Heyhat! İşin en acısı, Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerin, öte yanda Çin Halk Cumhuriyeti’nin yetersiz tepkileri altında dört yılı aşkın devam etti bu korkunç sürgün avı.
“Güneydoğu Asya’nın en büyük ekonomisi” imiş, “Üçüncü büyük demokrasi” imiş… Geçin bunları!
O darbeyle birlikte o koca ülkenin sömürgecilik dönemlerini aratacak şekildeki satışı başladı. Sadece uluslararası tekellerin el konmuş malları geri verilmekle kalmadı. Bir zamanlar halka ait ne varsa hepsi pazara çıkarıldı. Endonezya kendi başına hemen hiçbir şey üretemeyen; tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin emperyalistlerin doymak bilmeyen kursaklarına tıkıldığı; içme sularının bile özelleştirildiği; tarım tekellerine plantasyonlar açmak için Kalimantan’da (Borneo’nun güney bölümü) tropik ormanların yakılıp yok edildiği; aç ve paçavralar içinde karnı şiş çocukların Gucci, Loui Fuiton butikleri önünde dilenmeye bırakıldığı; kendi kıtasında bile kayda değer tek bir bilim insanından, tek bir yazardan, sanatçıdan yoksun bir ülke haline getirildi.
Ve tabii bütün bunları başarabilmek için çok gerekli bir iş daha yapıldı: Endonezya halkının en kabaca biçimde beynini yıkadılar. Bu amaçla, darbeyi izleyen aylarda sadece Java’da öğretmenlerin %40 kadarının katledildiğini, geri kalan biraz olsun aydınlığa bakabileceklerin sürüldüğünü bilmek gerekiyor. Onların yerini kara cahil, fakat son derece gayretkeş işbirlikçilerle, kuş beyinli din adamlarıyla doldurdular. Ahlaksızlığın en aşağılık biçimlerini topluma hoşgörü olarak dayattılar. Böylece hiçbir şeyi sorgulamayan, sinik ve korkak, büyük idealler peşinde koşamayacak kadar körleşmiş ve köleleşmiş bir yığın oluşturdular. Darbenin canilerine gelince… Çoğunluğu “dönüşümün büyük kahramanları” olarak devlet ve ordu kadrolarına yerleştirildiler. Böylece rüşvetçi memurlara dönüştürüldüler. Bunlar ülkenin ve halkın değerlerini açgözlü işadamlarıyla yabancı ortaklarına yağmalatırken tabii kendileri de nemalandılar. Konumlarına göre kimisi milyarder oldu, kimisi milyoner.
. . .
2015 yılında Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’nın ana teması Endonezya idi. Orada konuşulanları duyduğunda, Endonezya’da olanları bilen herkesin kusası geldi. Kurdeleler kesen, şatafatlı konuşmalar yapan, darbeyi sahte gözyaşlarıyla anımsayarak yapılanları sözümona kınayan soytarılar… Alman emperyalizminin şu sinsi temsilcileri… Darbe sırasında ve hemen sonrasında neredeydiler? Faşist general, toplu katliamların baş suçlusu Suharto’yu Bonn’da saygıyla karşılayan, bu “demokrasi kahramanını” elleri patlayana dek alkışlayan sanki onlar değildi.
Haydi darbe çok eskilerde kaldı diyelim. Fuarda yapılan neydi? Almanya’nın iki yıl önce Endonezya’ya sattığı savaş tanklarının kutlaması, yeni anlaşmaların ön hazırlıklarıydı. Rhein Metall’in bu başarılı ticaretine konu olan Leopard tanklarının bir kısmının, son dönemde geliştirilmiş, kent içinde işlev görecek, kısa menzilli özel tipler olduğunu ve cephaneleriyle birlikte teslim edildiğini bilmekte yarar var.
Ne oluyoruz? Karadan doğrudan saldırıyla karşılaşma olasılığı olmayan bir ülkede iktidar sahipleri böylesi tankları ne zaman ve kime karşı kullanmak için alırlar ki?
İşte bu soruyu sorup, yanıtını verdiğinde insanın yüreği ferahlıyor. Demek ki, çok uzun yıllar boyunca o travmadan kurtulamayan, bir daha asla uyanamayacağı bir vehamet uykusuna yattığı sanılan Endonezya’nın işçi sınıfı, emekçi halkları arasında yeni bir kıpırdanış vardı. Bunlar, üstlerindeki gericilik ve cehalet örtüsünden sıyrılarak… Elleri ve dizlerinin üstünde yavaşça doğrulmaya başlayarak… İktidar sahiplerini önlemler almaya başlayacak şekilde şimdiden korkutarak…
Endonezya üzerine bundan sonraki yazımı umut ışıklarıyla bezemek üzere.
Alper Toktimur
Not: İlgi duyanlara Youtube’da “The Act of Killing” adlı belgeseli seyretmelerini öneririm.