NATO, demokratik değerler ve Türkiye tartışması
Haluk Arıcan
Son dönemde Erdoğan’ın öngörülemez siyasi hamlelerinin artması ve toplumsal tepki, emperyalist merkezlerde Türkiye’deki rejimin baskıcı uygulamalarının tartışılmasını yoğunlaştı. Tartışmanın özellikle S-400 gibi gelişmiş silah sistemlerinin Rusya’dan alınması kararlaştırıldıktan sonra sertleşmeye başladığı görülüyor.
Batı kamuoyunda etkisi sınırlı „NATO üyesi bir ülke, NATO’ya düşman bir ülkeden silah alır mı“ başlığı, çoğu insanın daha hassas olduğu „NATO’nun temelini oluşturan demokratik değerlerle kavgalı bir otokratın başında olduğu Türkiye, daha ne kadar ittifak üyesi olarak kalabilir?“ aşamasına evrildi.
Darbeleri, Gladyo örgütlenmesi ve katliamlarıyla tanınan NATO’daki bu tartışmanın nedeni elbette demokrasi olamaz.
NATO’lu demokrasinin hizmetindeki faşist
NATO daha kuruluşunda sermaye çıkarlarını, sosyalizme karşı dayatmak için kuruldu. Örgüt, askeri ve siyasi alanda saldırgan bir faaliyet yürütecek bir savaş aygıtı olarak tasarlandı. Demokrasi, daha netleştirilirse temsili burjuva demokrasisi, sermaye çıkarlarına hizmet ettiği sürece kullanılan bir araçtı.
Şaşılacak bir şey yok: Burjuva düzenine bağlı bütün siyasi rejimler, ister demokratik ister baskıcı olsunlar, temelde işçi sınıfıyla uzlaşmaz çelişkiye sahip bir sınıfın iktidarı olarak, özünde burjuva diktatörlüğüdürler.
Burjuva demokrasisi sonuç olarak, işçi sınıfının devrime ulaştıramadığı ama yere de serdirilemediği mücadelerlerin sonucunda kazandırdığı bir kısım hakkın, sisteme tescil edilmesi olarak tanımlanabilir.
Belirleyici olan sermaye çıkarlarıdır. NATO’nun kuruluşunda da bu kural hayata geçti. Bir tarafta parlak demokrasi söylemleri, diğer yanda faşist Salazar dikatörlüğü altında inleyen Portekiz NATO’nun kurucu ülkelerinden biri oluyordu. Franco İspanyasının kurucu üye olamaması, faşist rejimin uyguladığı terör ve iç savaşın etkisinin Avrupa’nın genelinde süren yankısından kaynaklanıyordu.
1952 yılında Türkiye ve Yunanistan NATO’ya alındılar. Aynı zaman diliminde NATO ve NATO üyesi olmayan çoğu batı Avrupa ülkelerinde komünizmle mücade için gizli, silahlı Gladyo örgütü kuruldu.
Bu örgütün ilk eylemlerinden belki de en önemlisi, 6/7 Eylül 1955’te İstanbul’daki Rumlara karşı organize edildi. Olaylar emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinin üst yöneticilerinin marifetlerini kendi gözleriyle görebilecekleri şekilde, İstanbul’daki İnterpol Konferansı sırasında gerçekleştirildi. Sonrası Kıbrıs’ta devam ettirildi. 70’li yıllardan sonra bu tür NATO-Gladyo katliamları özellikle Türkiye ve İtalya’da sahneye konulmaya devam edildi.
Darbeler ve NATO
Bir kural olarak NATO üyesi bir ülkede, NATO’dan bağımsız bir darbe olmaz. Bu kuraldan sapma olarak gösterebilecek Türkiye’deki 1960 darbesinin, klasik emir-komuta zincirinde yapılmadığını ve askerlerin ilk açıklamalarının NATO ve Cento’ya bağlılık duyurusu olduğu hatırlanmalı. Portekiz’deki karanfil devrimi de, yine emir-komuta zinciri dışında gerçekleşen bir darbe olarak başladı ve devrimci bir duruma gelindi. Başarılı olunamadı. Emperyalizm her iki ülke ordularında da, OYAK vb. düzenlemelerle bunun önlemini aldı.
Diğerleri, 1967’de Yunanistan’daki faşist darbe ile Türkiye’deki 1971 ve 1980 faşist darbeleri doğrudan NATO onayıyla yapıldı. Her iki ülkeye de darbe sırasında uygulanan silah ambargoları, kontrolü kaybetmemeyi sağlayan ve esnek olarak uygulanan araçlardı.
Darbe hazırlıkları sadece NATO üyesi çevre ülkelerde yapılmadı. Komünist partilerinin çok büyük olduğu Fransa ve İtalya’da, bu partilerin seçimlerle hükümete gelebilecekleri olasılığına karşı da darbe veya katliam hazırlıkları yapıldı. Fransa’da her seçim öncesi Fransa dışındaki Lejyoner birliklerinin alarma geçirilip, harekât düzenine geçirilmesi açık bir darbe sinyaliydi.
2008 yılında İngiliz The Independent gazetesinin İngiliz Dışişleri Bakanlığının gizlilik kararını kaldırdığı dosyalar içinde bulduğu bir belgeye göre, 1976 yılında NATO’da, İtalya’da gerçekleşecek genel seçimleri İtalyan Komünist Partisi’nin kazanıp hükümet kurması durumunda yapılacak darbe senaryolarını tartıştıkları ortaya çıktı. Diğer burjuva partilerine verilen paralar, rüşvet ve manipülasyonlarla, darbeye gerek kalmadı. Komünistlerle sonraki yıllarda da koalisyon hükümeti kurulmasını isteyen ve bunun hazırlıklarını yapan eski başbakan Aldo Moro ise 1978 yılında bir Gadyo operayonuyla, Kızıl Tugaylar tarafından öldürüldü.
1973-76 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanı olan Hennry Kissinger, İtalya’daki seçimleri kast ederek uyarıyordu: Halkı bu kadar akıldışı olduğu için hiçbir ülkenin komünist olmasına izin verilemez. 1971’de Türkiye’de 1973’te Şili’de yapılan bu uyarının pratiğiydi. 12 Eylül’de de aynı senaryo sahneye kondu. Darbe demeden, ekonomik krizdeki Türkiye’nin desteğine koşan ise Almanya’daki sosyal demokrat hükümetti.
Darbe yerine atama
Artık NATO üyesi ülkerde darbe yapılmıyor. Zaten çoğu AB üyesi olan bu ülkelerde faşizan partiler ya iktidarda ya da hükümet olma yolundalar. Ekonomik krize giren ülkelere ise, Yunanistan, İtalya İspanya vb. görüldüğü gibi kısa yoldan AB ve IMF yetkililerinden oluşan konrol görevlileri atanıp, teknokratlar veya sol görünümlü hükümetler kurduruluyor.
Yeter ki hiçbir ülkenin halkı emperyalizmin dayatmalarına karşı „akıl dışı“ davranıp, asıl akıl dışı olan kapitalizmden kurtulmaya çalışmasın.
Sonuç olarak, Türkiye’deki yeni rejimin uygulamalarının NATO demokrasisine aykırı olduğu iddiası doğru değil. Türkiye’nin NATO’dan ayrılması, Türkiye sermayesinin batılı emperyalist ülkelerin sermayesiyle çok güçlü bağları ve bağımlılığı nedeniyle kolay değil. NATO’dan atılması veya ayrılmaya zorlanması ise ancak bu ülkelerin Türkiye’yi yörüngeye tekrar oturtabilmek için askeri bir müdahalede bulunmaya karar vermeleri durumunda gündeme gelebilir ki, bunun da sonuçları çok ağır olur.
Bize düşen ise bu akıl dışılığa son vermek. Aklı eşitliğin hizmetine sokmak, yani sosyalizm.